Bu günlerde 8. Yüzyıl Orta Asya/Eski Türkler dönemini anlatan ‘Destan’ dizisiyle adından söz ettiren usta oyuncu Şahin Ergüney, uzun bir süredir Kadıköy Yeldeğirmeni sakini… Soğuk bir Kadıköy gününde Yeldeğirmeni’nin eski binaları arasındaki bir kafede, dizisinin detaylarını konuşarak hem tarihi gezintiye çıktık hem de her dokusuyla geçmişe dokunan Yeldeğirmeni’ni kendine has keşifleriyle Şahin Ergüney’den dinledik… Keyifli okumalar…
Şimdilerde Atv’de yayınlanan ‘Destan’ dizisinde Kün Ata karakterine hayat veriyorsunuz… Diziyi ve karakterinizi anlatır mısınız?
Destan, 8. yüzyıl İslamiyet Öncesi Türkleri anlatan bir dizi. Ayrıca bu dönem, Türklerin tarihinde en az bilinen dönemlerden biridir. Biz sürekli hareket halinde ve göç eden bir topluluk olduğumuz için de doğal olarak günümüze belge, maalesef çok az kalmış. O döneme dair elimizde Orhun, Kültegin, Bilge Kağan ve Tonyukuk Kitabeleri kalmıştır. Biz asıl bilgileri o dönemin Çin yıllıklarından öğreniyoruz.
Destan konusunu tarihten alan bir dizi film, ama belgesel değil, kurmaca bir dizi… Tarihte gerçekleşmiş şeyleri belgeler ışığında, senaristlerin hayalinde canlandırdığı haliyle ve tabii seyircinin de ilgisini çekecek şekilde çekip, gerçekleştiriyoruz.
“Destan” dizisinde Kün Ata karakterini canlandırıyorum. Kün Ata, bir anlamda şifacı ya da ak şaman diyebileceğimiz bir Kam… Yani Göktürklerin bilge adamı... Şaman ya da Kamlar, hayatla derin bağları olan, geçmiş – gelecekle bağlantılar kurabilen ve yaşam bağı güçlü, bir anlamda farklı bir dünya görüşünün temsilcisi olan insanlardır. Ben de bu doğrultuda dizide aynı zamanda kendine özgü yöntemleri olan bir şifacıyı da oynuyorum.
Peki, ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Seyirci sevdi mi ‘Destan’ı?
Benim için reytinglerden önce sokaktaki insanın tepkisi çok önemli... Mekânlar, kostümler ve oyunculuklar açısından çok güzel dönüşler alıyorum. Zira konu ve hikâye için de öyle… Bizim seyircimiz dizilerle içli dışlı, dizi seyretmek, yaşamlarındaki önemli unsurların başında geliyor. Ben yine de daha çok kitap okunan bir toplum olabilmeyi isterdim. Rahat bir koltukta oturarak televizyon seyretmek, kitap okumaya nazaran daha kolay geliyor. Gerek görsel, gerekse senaryo anlamında beğenileri oluşmuş bir seyirci var karşımızda. Bunu sadece belli bir kültür düzeyinin üstündeki kişiler için değil, ortalama bir seyirci için de söyleyebilirim.
Tarihi dizilerle birlikte, tarihi konuları merak eden bir seyirci kitlesi oluştu. Neredeyse bire bir inşa edilen kaleler, obalar, mekanlar çok önemli, içine girdiğinizde mekan, sizi tarihin derinliklerine götürüyor. Tarihi dizilerin şöyle bir özelliği daha var. Eğer bildiğiniz ve sizi ilgilendiren bir tarihse, dizi sizi çok çabuk içine alabiliyor. Ancak eski Türklerin yaşayışı gibi fazla bilinmeyen dönemleri anlatıyorsanız, kostüm, dekor ve hikayenin anlatış şekli daha çok önemli oluyor. Seyirci, bu yönleriyle de Destan’ı sevmeye başladı sanırım. Bu durum dizinin izlenme oranlarına net bir şekilde yansıyor.
İzlerken bizleri dahi büyüleyen atmosferi siz birebir yaşıyorsunuz. Hislerinizi nasıl anlatırsınız?
Ben bu diziden önce Kuruluş Osman dizisinde Umur Bey’i oynadım. Her ikisi de sanat yaşamımda önemli yerde olacak. Bir kere her iki dizide de tarih var, atlar var. Kostümlerden mekanlara kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş. Çekimler, Karadeniz sahiline yakın yemyeşil bir vadinin ortasında, çok özel mekanlarda yapılıyor. Bir Giresunlu olarak, Karadeniz’in havasını solumak beni ayrıca mutlu ediyor. Sette herkes sorumluluğun bilincinde, kostümler ve aksesuarlar olabildiğince gerçek ve estetik, her ayrıntı için ayrı ayrı özeniliyor. Eğer atmosfere, kostüme, oyunculuğu ve senaryoya özen göstermezseniz, seyirci de sizi ciddiye almaz ve yaptığınız işe inanmaz. “Destan” dizisinde kurganlar dediğimiz eski Türk mezarlarında insan suretinin var olduğu çok ilginç heykeller var. Bu heykeller bile bire bir oluşturuldu.
Gelelim Yeldeğirmeni’ne… Sizi uzun yıllardır burada alıkoyan Kadıköy tutkusunu dinleyebilir miyiz?
Kadıköy’e yerleşmeden önce ve kısa bir süre Cihangir ve Üsküdar Libadiye taraflarında yaşadım. Sonra biraz da tesadüf eseri Yeldeğirmeni’ne geldim. Kadıköy her zaman benim yaşamak istediğim bir yerdi o sebeple iyi ki o güzel tesadüf gerçekleşmiş diyorum. Yeldeğirmeni modern bir yaşam içinde size mahalle kültürünü sunabilen ilginç bir yer. Evimin arkasında cami, yanında kilise, biraz alt tarafta havra var. Huzurlu bir mahalle burası…
Yeldeğirmeni, geçmişte birçok değirmenin olduğu bir yermiş. Biz ne yazık ki geçmişin değerlerini bu güne ve yarına taşımakta biraz zorlanan bir toplumuz. Bölgenin adı Yeldeğirmeni ama bir tane dahi değirmeni muhafaza edememişiz. Tarih, apartmanların altında kaybolmuş ne yazık ki… Bunu muhafaza edebilseydik, aidiyet duygusunu bu günlere taşıyabilseydik tarihi açıdan, çok daha önemli bir bölge olacaktı. Ama her şeye rağmen yine de özel bir mahalle burası. Evimden çıkınca hemen aynı sokakta bir kafede kahvemi içip, kitap okuyup, insanlarla sohbet edebiliyorum. Ben burada yaşamaktan dolayı büyük keyif alıyorum ve kendimi her geçen gün aidiyet duygusuyla donanmış bir Kadıköylü gibi hissediyorum.
KUTU:
Eski Türkler yaşamın gücüne çok inanıyor. Özellikle Orta Asya’daki Türklerde su, ateş ve toprak çok çok önemli ve asla kirletilemez çünkü kutsal. Sonra Hıdırellez zamanında üzerine çaputlar bağladığımız hayat ağacı da kültürümüz açısından çok önemli… Ağaçlar bir anlamda hayatın kaynağı ve yaşamı simgeliyor. Ruhumuzun güzelliğini tanrıya ulaştıran kutsal bir semboldür aynı zamanda. Onun için de geçmişteki Türkler yaşama, doğaya ve suya çok değer veriyorlar. Su saflığın ve temizliğin simgesi olarak görülüyor. Onun için nehirleri kirletmiyorlar çünkü kirlettikleri zaman günah işleyeceklerini ve cezalandıracaklarını düşünüyorlar. Şimdiki derelerimizin, nehirlerimizin durumuna baktığımız zaman da nereden nereye geldiğimizi görüyoruz.
KUTU:
Benim dizideki karakterim Kün Ata, ayinlerinde ateşi kullanıyor. Zaten ateş arındırma yönüyle Şaman ayinlerinde mutlaka bulunuyor. O ayinlerde vasıtasıyla deniyor ki, biz hayat içinde şu an varız ve yaşam bize emanet olarak verildi. Bedenimiz, ağaçlar, toprak sular da bize emanet edildi ve hepsinin bir ruhu vardır. Şamanlar mesela bir taşın bile ruhu olduğunu düşünürler. Bizim insan olarak öncelikle kendimizi tanıyıp, kendimize saygı duymamız gerekiyor. Kendisine saygı duyan insan, karşısındaki insana saygı duyar, onu dinler, anlar, sever hatta aynı duyguları paylaşır. Kendine saygı duymayan bir insanın karşısındaki insana saygı duyması mümkün değildir. Ben, mutluluk ve barışında bu şekilde geleceğini düşünüyorum.
Röportaj: Kadıköy Life, Pınar Baltacı | Mart-Nisan 2022
Fotoğraf: Ece OĞULTÜRK