Exxen’deki diziniz "Olağan Şüpheliler" eğlenceli bir iş olmuş. Sizin için nasıl bir maceraydı?
Benim ilk dijital işim. İrfan Şahin'in yapımcılığı, 1441 Prodüksiyon. Yüksel Aksu ile başladık, altı bölüm onunla çalıştık. Son dört bölüm de Hakan Algül'le çalıştık. Üç kadın, kriminal bir durum, üçünün birlikte devamlı koşturması, kaçması, kovalamacası, polisin onların peşinde olması, böyle bir işin içinde olma fikri benim hoşuma gitti. Bir de pandemi de basınca, 10 bölüm, ne güzel, başı sonu belli, 45 dakika, harika derken, bir üç ayımız gayet keyifli geçti. Üç kız da gerçekten çok iyi anlaştık, Ceren (Moray) ayrı güzel, Yasemin (Kay Allen) ayrı. Ben hep ekip işine inanırım, birilerinin öyle fazla parlatılmasını tercih etmem. Üçümüz de sanki güzel birbirimizi dengeledik. Güzel de bir dostluk kurduk.
Sanki yavaş yavaş böyle kadınların odakta olduğu maceralar da artıyor gibi geliyor bana. Bunlar gerçi epey farklı kadınlar. Siz de öyle düşünerek kabul ettiniz sanırım.
Tabii, tabii. Ne güzel, çocuğu var ama devamlı acıların içinde kıvranıp börek yapmayan bir kadın olması beni etkiledi. İnsan farklı hikayeler istiyor. Ben de tabii yaşımı, başımı biliyorum. Anne oynayacağımı biliyorum ama bir de işlevsel bir yanı olsun istiyorsun. O açıdan, bu dijital ortam birçok oyuncuya, benim gibi, böyle farklı karakterler oynamayı ya da farklı hikayelerin içinde olmayı sağladığından dolayı cazip.
Yaşı başı bilmek başka ama hayatta unumuzu eleyip eleğimizi asıp oturmuyoruz ki, bir sürü başka gailemiz oluyor.
Biz neler yaşıyoruz da bunlar yazılmıyor. Sanki yaşayamayacağımız, ne bileyim, bir yaştan sonra artık torun beklememiz gerekirmiş imajı çiziliyor ya. Toplumun size yüklediği şeyler, hele son dönem kadına bakış açısı ile birlikte böyle bir kulvara doğru giriyor. Bir de böyle olmak istemeyen, hayatta farklı hikayeler yaşamak isteyen kadınlar da var.
Sizin dizi serüveninize bakınca çoğunlukla bol kadın karakter ağırlıklı işlerde oldunuz, "Gönül İşleri", "Kadın" son dönemden aklıma gelenler. Bu herhalde sizin tercihinizle ilgili bir şey değil mi?
Bundan çok beni hikaye etkiliyor. Tabii oyuncu kadrosu, etkileşimde bulunacağım arkadaşlar, yönetmen, hepsi bir arada ama öncelikle hikaye. Hikayeye nereye kadar inanabilirim, ne kadar içinde olmak isterim, o duygu ağır basıyor. Hepsi de çalıştığım için mutluluk duyduğum işler oldu. Benim bir de setlerde bugüne kadar başıma hiç tatsız olaylar gelmedi. Hep düzgün, hoş setlerde çalıştım. O açıdan da şanslıyım.
Biraz dizideki karakterinizden bahsedebilir miyiz, Feyza'dan? Daha çok iyi tanımıyoruz çünkü.
Feyza 25-26 yaşında bir oğlu, dışarıdan baktığında dört dörtlük görünen bir evliliği olan, villada yaşayan, her şey düzgün gidiyormuş gibi görünürken eşinin onu sürekli aldatmasını, bir sürü şeyi sineye çekmiş bir kadın. Üç kadının kocaları birlikte iş yapıyor, o yüzden sık görüşüyorlar. Şu an çokça haberlerini duyabileceğimiz, şiddet, taciz, hepsini yaşamış üç kadın. “Nasıl kurtuluruz” diye kimseye tavsiye etmeyeceğimiz ortak bir plan yapıp yürürlüğe koymalarıyla hayatları tümden değişiyor. Aslında o zenginliğin de altından başka şeylerin çıkıyor, mafya ile olan ilişkiler, derken mafyanın eline düşmeler. Her an "Bunu da yerine getirip kurtulacağız, özgürlüğümüze kavuşup şu geri kalan şeylerle hayatımızı düzelteceğiz," duygusundalar.
Ama derken yeni bir sorun çıkıyor.
Devamlı yeni bir talep geliyor mafyadan.
Pandemi dönemini nasıl yaşamıştınız?
Herkes aynı şekilde yaşamadı pandemiyi. Ben Şehir Tiyatrosu'nda oyuncuyum. Bizim açımızdan, eyvah, bu ay ne olacak düşüncesi olmadığı için daha rahat konumdayız bu toplum içerisinde. Evinle ilgilen, şuraları düzelt, fazlalıkları at, kendinle yüzleş... Bunların hepsi yapıldı, yapılmadı değil. Ama sonra, tekrar bu mesleği yapabilecek miyiz, nereye doğru varacak, tekrar sahneye çıkabilecek miyiz, tekrar çekime gidebilecek miyiz, o duyguların içerisine girdim. O sırada böyle her türlü kuralın uygulandığı bir sete gelip, bir de koşturmalı bir işin içine girmek, bir sürü soru işareti getirdi. Oyunculuk hep zaten kendini denemekle geçiyor. Hala yapabiliyor muyum, hala uyum sağlayabiliyor muyum? 10 bölüm süresince “Hala yapabiliyorsun bunu ya, o kadar da kötü düşünme kendi hakkında,” dedim. Bir süre ara verince öyle oluyor çünkü.
Siz çok genç yaşta usta oyuncu olarak kabul görmüş birisiniz. Buna rağmen oluyor soru işaretleri demek?
Teşekkür ederim. Hiç öyle hissemediğim için. Özellikle gerçek usta dediğimiz insanları yavaş yavaş da kaybedince, bu sefer şey oluyor; "Onlar gitti sen nasıl yapacaksın, sen bir şeyler gösterebilecek misin senden sonra gelenlere, onlar kadar iyi olabilecek misin?” Bende sorumluluk fazladır da. Takmayan bir insan olmak isterdim ama takıyorum. Genç bir insan karşımda bazı yanlış tonlamalar ve yanlış kelimeler kullandığında uyarsam mı, kalbini kırmadan bir değinsem mi, değindiğim zaman buna karşı ilgi gösteriyor mu yoksa birden cephe mi alıyor, bunların hepsini fazla fazla, ince ince, alt metin düşünmekten direkt olarak "Bunu yanlış söylüyorsun," diyemiyorsun. Bizim öğretmenler tak diye söylerdi ama ben öğretmen değilim. Yine de bir şekilde hissettirmek lazım. Buna değer verip, o yanlışı bir daha yapmıyorsa, bir işe yarıyorum en azından diyorsun.
Var mı öyle yakınınızda yol gösterdiğiniz gençler?
Yol göstermek korkutucu, öyle bir misyonum yok. Sadece öğrenmek isteyen, soru sormak isteyen gençlere karşı hiçbir zaman kapalı olmadım. Özellikle bu dönemde, üniversite mezunu ve nereye doğru gideceğini bilmeyen insanların mutsuz olmamalarına elimden geldiğince yardım etmeye gayret ediyorum. Kendi bünyem ne kadarını kaldırabiliyorsa. Çünkü umutsuzluk sirayet ediyor toplumda. Yollar, yöntemler, kendilerini geliştirebilecek şeyler sunabiliyorsam ne ala. Sevdiğim, pırıl pırıl gençler var. Sinema sektöründe olsun, sektöre daha girememiş olsun, hikayeleri olan, kısa film yapmaya çalışan, onları umutsuz görmek beni çok üzüyor.
Benim için sizin daha çok ait olduğunuz yer tiyatro sahnesi, Şehir Tiyatroları'nda bir sürü oyunda izlediğim için. Konservatuardan mezun olduğunuzda neydi planınız? Tiyatroda devam etmek mi yoksa diziler de var mıydı hesapta?
Ben '90 mezunuyum, bizim dönemimizde bir TRT2 vardı, Demet Akbağ, Yasemin Yalçın çıktığı zaman, “Aa bizim konservatuvardan” diye dikkatle izliyorduk. Sonra bu iş aldı başını gitti, birçok kanal olunca. Konservatuvardan mezun olduğumda diziden ya da sinemadan ilerlerim diye düşünmedim, biliyorsunuz sinemadan da ne kadar ilerlenebilir Türkiye'de, ben ikisini birlikte, olduğu zaman da üçünü birlikte yürütmeye çalıştım. Biraz cengaver bir yapım var, o zaman daha da enerjim vardı, yapılmayacak şey değil. Hepsinden aldığım tat ayrı, deneyim ayrı ama tabii ki tiyatrodan aldığım lezzet kadar olmuyor. O gerçekten kendinle bir savaşın oluyor. Yapabildim mi bu akşam, yapamadım mı, yeterince olabildi mi olamadı mı? İşte o adrenalin denilen, sahnede seyirciyle birlikte aynı ortam içerisinde hissedilen şeyi doğal olarak kamera karşısında hissetmiyorsunuz. Ama şöyle diyeyim, orada da ben kendi açımdan beni izleyen bir yönetmenin, fikir verebilecek görüntü yönetmeninin gözlerinin içine her zaman bakarım. Sanki onlar 600 kişilik bir salon, nasıl reaksiyon verecek diye bakarım, söylenen şeylere değer verip uygulamaya çalışırım.
Çehov'un kariyerinizde önemli bir yeri var gördüğüm kadarıyla. Internet sitenizin açılışında da ondan alıntı var.
Evet, Çehov özel bir yazar benim için. Rusya'nın o dönemiyle bizim şu an yaşadığımız şeyleri çok özdeşleştiriyorum. Konuşmayı çok seviyoruz, çay demleyip üzerine bayağı bir felsefe döktürebiliriz ya da ülkeyi kurtarabiliriz. Tabii onların o dönemine ait küçük burjuvaları daha farklı. Bizde burjuva olmadığı için burjuvamızı daha sonra yetiştirmişiz. Fakat dertler aynı. Bir şey geliyor, çok başka bir şekilde büyük bir değişim olacak ama hala çayımı içip, vişne ağaçlarına bakıp, “Aahh işte anneanem de bunların arasında,” diyorum. Ben de öyleyim. Seviyorum, eskiyi anmayı. Ama bir şey de yapmak gerekiyor. O oyunların hepsinde "Siz fark etmiyorsunuz bu güzellikleri yaşarken ama toplum da nereye doğru gidiyor, onu da bir görseniz fena olmayacak hakkınızda," vurgusu var.
İki kere "Üç Kız Kardeş" oynadınız, Başar Sabuncu'yla Çehov kolajı var...
Orada Maşa'yı oynamıştım. Sonrasında da Maşa'yı oynadım. Ama mezun olurken Irina'yı oynamıştım. Olga'yı oynamak istemiyordum. Neden bilmiyorum, ikisini seviyorum.
Yoksa sınav parçanız da Nina mıydı?
Yok, değildi. Haldun Taner'di. Zilha'ydı. Biri de "Romeo Juliet"tendi.
Sorumluluk duygunuzun fazla olduğunu söylediniz demin. Bu hep mi böyleydi, sonradan arttı mı?
Sorumluluk duygum hep vardır. Birisi bana bir sorununu söyler ya da işte buluşalım der, şunları şunları da toplayalım, o benim için mutlaka bir kenara yazılır; bunu yapmamız lazım, evet, insanları toplayalım, şuraya gidelim. Kafamda not alırım, sonra da unutmayayım diye onun peşine giderim, insanları bir araya toplarım. Öyle inatçı bir yanım var yani.
Yorucu oluyordur zaman zaman.
Yorucu oluyor ama bundan vazgeçemiyorum. Bundan vazgeçersem ben olmayacağım sanırım. Kendinle yüzleş, içine dön falan, tamam, böyle yapan arkadaşlarım var, onlara saygım da var ama o kadar da kendinden kurtulma canım, kendini de olduğun gibi sev. Sanırım ben de böyleyim. Kendimi böyle iyi hissediyorum. Kötü alışkanlıklarım yok, kimseye musallat olmuyorum ama insanları bir araya getirmek hep bende vardır, beni tanıyanlar söyler. Bir araya gelemiyoruz, geldiğimiz zaman da değerini bilmek lazım.
Yine oynadığınız oyunlar arasında benim çok sevdiğim Duşan Kovaçeviç’ler var.
Evet, üçlemeydi o. “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”, “İntiharın Genel Provası”, “Buluşma Yeri”. Yönetmene söz vermiştim, üçünde de oynadım. Söz verdim mi yaparım. Arka arkaya olacaktı, araya biraz zaman girdi ama en keyif aldığım tabii ki “İntiharın Genel Provası”. Biz onunla çok güzel yurt dışı turnesi yaptık, dört birbiriyle uyumlu oyuncu olarak, nereye gidersek gidelim çok güzel anlar yaşadık. Yazarına da oynadık Sırbistan'da, Belgrad’ın akustiğin harika olduğu bir tiyatrosunda. Tekrar keşke gidebilsek, tekrar oynayabilsek. Orada “İntiharın Genel Provası”nda oynayan oyuncular da geldi bizi izledi. Çok büyük bir onur tabii. İyi ki yaşıyorum, iyi ki bu mesleğin içindeyim duygusunu veriyor.
Aynı sıralarda eşiniz Bülent Emin Yarar da aynı yazarın “Profesyonel” oyununda oynamaya başlamıştı sanırım.
Evet, ben daha önce provaya başlamıştım, Bülentler sonra başladı ama daha önce çıkardılar oyunu o dönem, 2009. O Kovaçeviç oynadığı zaman ben de Kovaçeviç oynadım, o Shakespeare oynadığı zaman ben de Shakespeare oynadım. Böyle bir paralel gittiği dönem oldu aramızda.
Hakkınızda sosyal medyada izleyici ne yazıyor diye biraz baktım. İnsanlar sizin hep mesafeli ve soğuk karakterleri oynadığınızı düşünüyor. “Yaprak Dökümü”nden geliyor bu herhalde.
Kuzum her gün Yaprak Dökümü yayınlanır mı? Kaçıncı kez bilmiyorum. Ah yeni bitti, sezon finali derken, iki gün sonra başka bir yerde başlıyor.
Fikret sürekli peşinizde.
Evet. Şimdi bir taksici “Ama hiç Fikret’e benzemiyorsunuz,” dedi. “Zaten Fikret'le bir alakam yok ama hayat, devamlı yayınlanıyor, siz de o durumda olduğumu düşünüyorsunuz,” falan desen de oturtmuşlar seni. Dizi çok bağlayıcı oluyor bizim toplum açısından, hele uzun süreli yayınlanan diziler. Hem tiyatroda hem dizide çalıştığım dönemlerde de bu sefer bu ismi bir de sahnede görelim duygusuyla gelebiliyorlar. Ama hala kafalarında ekrandaki o kadın var, orada farklı bir şey yaptığım zaman kabul edilmeyebiliyor da. Onun devamını görmek istiyor. Farklı bir şey izlediği zaman, ilk defa tiyatroya gelenler açısından söylüyorum, başka şeyler oluşturabiliyorsak, oyuncular değişik değişik şeyleri oynayabiliyor duygusunu yaşatabiliyorsak ne ala.
Siz arkeolog mu olmak istiyormuşsunuz daha önce?
Çocukken istiyordum. 9-10 yaşlarında.
Nasıl bir çocuk olduğunuzu merak ediyorum açıkçası.
Çocukken biraz içe kapanıktım diyebilirim. Biraz tek çocuk olmanın getirdiği bir şey. Anne-baba çalışıyor. O sorumluluk biraz ondan geliyor, eve geldikleri zaman her şey düzgün olsun vesaire. Kimse zorlamadığı halde, çocukluktan neysen daha sonra da öyle devam eder ya. O yüzden de el becerim de gelişmiştir. Yedirmeyi, içirmeyi, mahallenin çocuklarını eve toplamayı seven cinstendim. Biraz da aşırı derecede paylaşım öğretildiği için devamlı paylaşmadan yanayım. Kendime saklamıyorum hiçbir şeyi.
Tek çocuk olmak aslında tam tersini de getirebiliyor yapıya göre.
Yok, işte öyle yetiştirmediler, kahretsin. Babamın askerlikte yazdığı kartlar vardır mesela, “Arkadaşlarını da kardeşinmiş gibi seveceksin, sakın kimseden bir şeyini esirgeme” falan. Kötü ya, büyük sorumluluk yüklemiş bana. Şımartılmadım, ona acıyorum.
Oyunculuk ne zaman aklınıza düştü?
Lise sonda geldi aklıma. Ben Erenköy Kız Lisesi'ndeydim. Böyle sadece kızların olduğu liselerde tiyatro faaliyetleri olmuyor. En fazla oynayacağınız “Sekiz Kadın”. Onu da zaten ben mezun olurken çalışıyorlardı ama beni almadılar. Sonraki sene, acaba konservatuara girebilir miyim diye düşündüm; hem Belediye Konservatuvarı’na giderim hem fakülteye giderim, ikisi bir arada yürütülebiliyor. Derken kazandım. 30 kişilik bir sınıftık, hazırlık okuduk ama ertesi sene konservatuvarın İstanbul Üniversitesi'ne bağlanacağından bihaber oldu bunlar. Hazırlığı altı kişi geçtik, diğerleri eylüle kaldı. Dedim herhalde bende bir şey var, devam edeyim bu işe. O sırada Eski Yunan Dili ve Edebiyatı'nı kazandım. İkisini birlikte iki sene yürütebildim, gerçekten canım çıktı. “Konservatuvar da üniversiteye bağlandı, bari sadece orada okuyayım,” dedim, oradan mezun oldum. '88'de okurken de Şehir Tiyatrosu'na girdim yevmiyeli olarak.
Anne-babanız ne iş yapıyordu?
Annem bankacıydı. Banka batınca çeşit çeşit yerlerde çalıştı. Çok çalışkan bir insandı, işten eve geldiği zaman üç-dört çeşit yemek yapabilen kadınlardan. Hiçbir zaman öyle olamadım, çekemedim ona. Babam gazetecilik yapıyordu, sonra ikiziyle beraber araba yedek parçası üzerine bir yer işlettiler. Yazları giderdim onlara yardım etmeye.
Fazla sorumluluk sahibi olmayı aşıladıklarına göre, oyunculuk onlara biraz hercai bir iş gibi gelmiş olabilir mi diye sordum.
Yok, gelmedi. Tabii o dünyaya bakışlarıyla ilgili. Başta soru işaretli bakmadılar değil, baktılar. Ama hiç o güne kadar nüve vermemiş bir çocuğun birdenbire oyuncu olmak istiyorum demesine engel koymadıkları için müteşekkirim.
Demin şöhret değilim dediniz ama yıllardır çok izlenen dizilerde oynuyorsunuz. Sadece siz hayatınızı daha korunaklı tutuyorsunuz gibi geliyor. Arada birdenbire “Şık şok, meğer kocası kimmiş, bir çocuğu varmış” gibi magazin başlıkları çıkıyor arada.
Bundan 10 yıl önce de Cihangir'de kameralar varmış, biz bilmiyoruz. Bülent'le birlikte dışarıdaydık, sohbet ediyorduk arkadaşlarla, sonra arabaya doğru ilerledik. Birden işte o tuhaf mikrofonlar falan çıktı. Bülent zaten bana bırakıyor topu, toparlayıp arabaya bindik. Bir şey bulamamışlar hakkımızda yazacak, “15 yıllık evliler,” diye yazmışlar. O zaman 15 yıllıktı tabii, şimdi 25. Kardeşim, o zaman bunu yazma ya da beni haber yapma. Zaten haber niteliğim yok, o tipte bir insan olmadığım için ama sağ olsunlar arada böyle “Kızını saklayan kadın, 25 yıllık evli” gibi şeyler yazıyorlar. Tuhaf geliyor bana.
Ne yaptınız? Sakladınız mı kızınızı?
Saklamadım, niye saklayayım. Marketten, bakkaldan alışverişini yapan, çocuğunu gidip okuldan alan biriyim. Şoförüm falan da yok, ben öyle şeyler yapamıyorum. Benim şoförüm olursa ben onun bütün hayatını düşünmek zorunda kalacağım, anlatabiliyor muyum? Ben setteyken adam ne yapıyor, canı sıkılıyor mu, yemeğini yedi mi, bir de onları düşünürüm ben. Ailesinden birilerinin sorunu olacak, nasıl yardımcı olabilirim. Bazen eksiltiyorsun işte böyle. Şoförüm yok, mutluyum.
Bu arada sanırım bu röportajda sizinle ilgili öğrendiğim şeylerden biri de ne kadar çok ve güzel güldüğünüz.
Teşekkür ederim, sağ olun.
Daha çok komedi dizisinde oynasanız keşke.
Keşke. Ben de tabii Gülse Birsel'le çalışmak isterim, neden olmasın? Gülse Birsel beni görürse, uygun görürse niye çalışmayayım? O tadı ben de almak isterim. Yazı önemli. Nasıl yazıldığı önemli, ekip önemli. Ben hep paslaşmadan, bir şeyleri paylaşmadan yanayım.
Böyle bir dönemde, insanı karamsarlığa yönelten düşünceler, endişeler arasında, kendinizi umutlu olmaya sevk edebiliyor musunuz?
Umutsuz bir şey olmaz ki. Umut seni kalkındırır, bir şey yapmak açısından. Yoksa insanda çöküş başlar. Çöküşe engel olmak için kendini yenilemek ve depolanmak gerekiyor. Ama tabii yeterince depolandığın zaman da bu sefer “Ee, ne yapacağız şimdi, bunu bir şekilde paylaşalım, enerjimizi gösterelim,” duygusu geliyor. Bu ortamlar olabilecek mi? Herkes için gerçekten belirsiz. Bu yaz böyle hepimiz dışarıdayız. Tamam, bir çoğumuz dikkat ediyor ama aşırı kalabalık ortamlar içerisinde yayılıyor mu, yayılmıyor mu? Ama gülmeye devam edelim. Gülmeden olmuyor hayat.
Sinemayla ilişkiniz nasıl? Reha Erdem’in, Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde yer aldınız ama ne bileyim, kariyerinize kendiniz yön verip, “Ben şöyle bir proje istiyorum” gibi bir şeyin peşine düşmek söz konusu olabilir mi?
Bugüne kadar olamadı, çünkü haldır haldır çalıştım. Bir dönem “Hımm, dizide mi oynuyorsun, o zaman sinemada olmazsın,” gibi bakılırdı. Hep görüşler değişiyor. Şimdi de bilakis dizide oynayanlar seçiliyor, görebildiğim kadarıyla. Şimdi yazılmakta olan bir proje var. O benim kafama yatarsa özel bir projede yer alacağım. Onun dışında teklif geliyor, gelmiyor değil. Ben de geleni mutlaka okurum, kendime göre değerlendiririm. Onun içinde yer alma duygusu yoksa, boşu boşuna yer işgal etmemek lazım.
Röportaj: Asu MARO , Milliyet Sanat Ağustos 2021
Fotoğraflar: Ece OĞULTÜRK